Etik, Yunanca “Ethos” kelimesinden üretilmiştir. En yalın anlamıyla “töre” demektir. Etik tarihi insanlık (daha çok toplumsallık) tarihi kadar eskidir. İnsanlar toplu halde yaşamaya başladıkları ilkel çağlardan itibaren; bireyin bireyle olan ilişkisi, bireyin toplumla olan ilişkisini,(1) belirli düzen dahilinde devam ettirebilmesi için bu türden düzen sorgulamaları hemen her dönemde insanın düşünsel alanda uğraş konusu olagelmiştir. Yanlışı doğrudan ayırmanın bilimi olarak da tarif edebileceğimiz bu uğraş, zamanla daha karmaşık bir öğretiler biçiminde evrilerek çok ciddi metot tartışmaları yaşanmasına sebep olmuştur.
Özellikle içinde yaşanan toplumlar daha karmaşık yapılar haline geldikçe, aslında ne olması gerektiği sorusu kadar, nasıl ulaşılması gerektiği sorusu da etik alanının üzerinde en çok durulması gereken problemlerinden biri haline gelmiştir. Etik toplumsala ilişkin olması nedeni ile toplumsala ilişkin olan her tür bilim dalıyla ilintilidir. Örnek siyasette yöneten/yönetilen ilişkisinde gücün kullanımının kabullenilebilir nitelikler barındırması, doğrudan etiğin konusudur. Ya da hukukta adaletin dağılması esnasında, hakkaniyetin ölçüt alınmasındaki düzey etik duygusunun gelişmişlik düzeyiyle doğru orantılıdır. Kültürel Antropoloji çalışmaları da göstermiştir ki her toplumun etik kuralları kendine özgül nitelikler barındırmaktadır.
Bunun başlıca nedeni ise toplumun örgütleniş tarzındaki farklılığın, ortaya farklı töreler çıkarması; töreleri denetleyen mekanizmaların yine özgün bir şekilde düzenlenmesi etiğin, yani etik kavramının anlamının değil fakat etik ilkelerin farklı toplumlarda farklılık göstermesine vesile olmuştur. Bu noktada etik felsefecilerin kafasını meşgul eden soru ise evrensel bir etik anlayışının var olup olmadığı varsa buna nasıl ulaşılacağı olmuştur. Bu soruya etik üzerine düşünenlerin hemen hepsi kendince cevap aramış ve farklı yöntemlerle farklı cevaplar bulmuşlardır. Bu yazıda bizim amacımız, bu; “evrensel bir etik anlayışı var mıdır ve varsa nasıl ulaşılır” sorularına modernist aklın öncülerinden olan Kant’ın; tüm etik anlayışın a priori olarak aklın özünde var olduğu ve insana özgü olduğunu savunan görüşü ile etik anlayışın, doğanın diyalektiği ile uyum içinde olduğunu savunan anarşist etik kuramcısı Pyotr Kropotkin’in yöntem karşılaştırması yapılmaya çalışılacaktır.
Aklın Ahlakından Doğanın Aklına Etik
Kropotkin, doğanın diyalektiğine vurgu yaparken etik kuralların sadece insana özgü olmadığı aksine insanların ilkel çağlarda, sürü halinde yaşayan hayvanların hayatta kalmak için karşılıklı yardımlaşma eylemlerinin, bu hayvanlarla nerdeyse içi içe yaşayan insanlar tarafından taklit etme yoluyla öğrenildiğini, dolayısıyla etiğin sadece insana özgü bir şey olmadığını vurgulamaya çalışmıştır. Bu vurgu etik eylemin temelinde hayatta kalma içgüdüsünün var olduğunu da beraberinde getirmektedir. Hayatta kalma iç güdüsü karşılıklı yardımlaşmayı zorunlu kıldığı, bu zorunluluğun ise modern çağa kendini empati olarak aktardığı Kropotkin’in temel savı olmuştur. Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi kitabında; “bir ahlak metafiziği, onsuz edilemeyecek kadar gereklidir” (Kant,1982:5) şeklinde ifadede bulunmuş, ahlakın kendisi, bir rehberden ve doğru yargıda bulunmak için en üstün normdan yoksun olduğu sürece, her türlü bozulmaya açık olduğu için metafizik bir etik anlayışının olması gerekliliği üzerinde durmuştur.
Buna karşın Kropotkin ise Etik kitabında; “eğer, ampirik filozoflar şimdiye dek ahlak kavramlarında sabit bir ilerlemenin varlığını kanıtlayamadılarsa, kusur büyük ölçüde spekülatif, yani bilimsel olmayan filozoflarındır. Onlar insanın ahlaki duygularının ampirik kökenini güçlü bir şekilde inkar etmişlerdir” (Kropotkin,2007:40) diyerek metafizik görüşün etik felsefesini durağanlaştırdığını, çalışmaların ise bir sonuca ulaşmakta çok yetersiz kaldığını iddia etmektedir. Kant iyi denilen şeyin yalnızca iyiyi düşünmek ya da amaçlamak olduğunu açıkça beyan ederken doğacak sonucun çoğunluk, azınlık ya da tek bir birey için bile olsa kötü bir yanının buluna bilme ihtimalinin, o eylemi etik olmaktan alıkoymaz demiştir. Kropotkin‘e göre bu bakış açısı insanı doğasından koparıp, kendi özünün dışında bir yere yerleştirmeye çalışmaktır. Kropotkin’e göre etik meselesinin kaynağında doğal diyalektik vardır. Bu doğal diyalektik insanın ilk varoluş anından itibaren olağan bir şekilde insanlık ilerleyişine eşlik etmiştir. Dolayısıyla etiği insan dışında yani insanın ampirik yaşamı dışında aramak, daha öncede ifade edildiği üzere etik felsefesini sabote etmektir.
Kropotkin’i destekler nitelikte Bakunin bu konuda “ilerleme basitten karmaşığa doğru bir hareketin izini taşır” diyerek aslında bugünkü karmaşık yapımızın da en temelinde yine ilkel ve basitçe içgüdüsel olan davranışlarımızın yattığını ifade etmiştir. Bu da bize gösterir ki Anarşist felsefenin en önemli temsilcilerine göre evrensel etiği ararken doğal süreci gözden geçirmeden bir yere varamayacağımızdır. Kant’ın; “İnsanın asıl amacı varlığın korunması, barınması ya da tek kelimeyle varlığın mutluluğu olsaydı doğa bize bunun en iyi yollarını içgüdüsel olarak kazandırabilir ve akla da ihtiyaç kalmazdı.” yönündeki düşüncesi doğal sürecin mükemmel işlemediğini, işlese dahi ulaşılan sonucun insan için istenilen en iyi olmadığıdır. Kant’a göre doğa yetenekleri dağıtırken her yerde amaca uygun davrandığı için amaç adına yapılan eylemlerimiz içgüdünün belirlenimciliği altındadır. Ancak insanın en güzel amacı en yüksek koşul olarak aklın altında durmalı, çünkü akıl istemeyi gerektiren bir yetidir. Akıl kendi başına iyi bir istemeyi ortaya çıkarır.
Buradan açıkça çıkarılabileceği üzere Kant, etiğin temelinde iyi bir istemenin olduğunu, bu istemenin ise doğanın belirlenimciliği altında ortaya çıkarılamayacağını savunmuştur. Ampirik akıl çözüm odaklıdır, bu çözüm ise hayatta kalma içgüdüsüne endekslidir, o halde ihtiyacımız olan ampirik akıl değil, hayatın kendisinden de öncelikli olan akıldır. Kropotkin’e göre ise ahlak biliminin hedefi idealistlerin olmasını arzu ettikleri gibi “aşkın” olamaz: Gerçek olmalıdır. Ahlaki tatmini hayatta bulmalıyız, bir çeşit yaşam-üstü koşulda değil. Kropotkin “modern gerçekçi etiğin temel sorunu” der “her şeyden önce görünürdeki ahlaki hedefi belirleyememiş olmasıdır. Bu hedef ya da hedefler, ne kadar idealist olursa olsun yine de gerçeklikler dünyasına ait olmalıdır.” (2)
Nihayet Kant gibi en idealist olanlar bile ahlaki fikirlerin açığa çıkarılmış kökenine tamamen güvenmediler ve ahlak yasası için insan ötesi bir arayışa giriştiler. Oysa Kropotkin’e göre görünen asıl olandır; onlar görmeyi beceremediler.
Her şeye rağmen kant etiğin doğayla ilişkisini tam olarak koparmış sayılmaz. Bunu da “akıl iyi istemeyi amaçlarken doğa amaçsız davranmaz” der ve şöyle açıklar; en yüksek pratik belirlenimini iyi istemeye temel olmada gören akıl, bu amaca ulaşınca kendisine özgü yani yine aklın belirlediği bir amaca ulaşmasından kaynaklanan memnunluk duyar. Yani Kant doğanın en yüksek amacının da, akıl için iyi istemeyi sağlayacak pratik koşulları belirlemek olduğunu savunarak doğaya aklın pozitif onarıcısı olarak bir misyon yüklemiştir.
Kant; “ahlakın sırf akıl sahibi varlıklar olarak, bizler için var olduğundan, onu insanın doğal yapısının bazı deneylerinden ortaya çıktığını savunmak olanaksızdır” şeklinde düşünürken Kropotkin aklın esasen deneysel süreçler sonucunda geliştiğini hatta o kadar ki; ilkel çağlarda insanlar neredeyse iç içe yaşadıkları hayvan sürülerinin sosyalliklerini taklit ederek toplumsallaştıklarını ileri sürmüştür.(3) Kant gerçek özgürlüğün ancak özgürlük idesi altında alınmış kararlarda yattığını savunurken, bazı hayvan türlerinin özgürlük içgüdüsü altında hareket ederek bazı davranışlar sergiliyor olmasını gözden kaçırmış olmalı ki, özgürlük idesi altında karar verilen özgürlük ahlakının insana özgü olduğu yanılgısına düşmüştür.
İçgüdüsel Olarak Yardım
Çünkü Kropotkin‘in hayvan sürülerini taklit tezinden aslında insanların taklit yoluyla özgürlüğü de hayvanlardan öğrenmiş olması ya da öğrenmese bile özgür hayvanlarla aynı kökenlerden geldiği için aynı kodları taşıyor olduğu düşüncesiyle yola çıkarak şunu ifade edebiliriz; özgürlük insan aklına özgü bir deneyim olmadığı için özgürlük idesi altında verilen ahlaki kararda insana özgü değildir.
Burada karşımıza Kant’ın “istemenin özerkliği” kavramı çıkıyor ve adeta yukarıdaki tartışmalara bir cevap niteliği barındırıyor. İstemenin özerkliği; istenilen şeyin her türlü özelliğinden bağımsız, bir akıl yasası olarak çıkıyor karşımıza. İstenilen şeyin arzularımız ve ihtiyaçlarımızdan bağımsızlığını ifade ediyor kant bu cümlesiyle. Buradan da Kant adına şu sonuç çıkarılabilir; hayvanlardaki isteme genel olarak, arzulara ve ihtiyaçlara dayalıdır, dolayısıyla o isteme, istemenin özerkliğine dahil edilmiyor ve hayvanların özgürlük idesi altında istemede bulunabilecekleri savı tehlikeye düşüyor. Kropotkin’in ise aynı olayı ele alışı bizi hayvanlarla olan içgüdüsel bağlarımız konusunda ikna edici gözüküyor.
Kropotkin’e göre sürüler halinde yaşayan hayvanlar yaşamlarını sürdürebilmek için karşılıklı yardımlaşma şartını yerine getirmek zorundaydı. İnsanlarda aynı düzeni paylaştıkları için karşılıklı yardımlaşma şartını yerine getirmek zorundaydı. Bugün durum hayvanlar için aynıdır ancak insanlar için aynı olmadığı düşünülmekte. Yani bir hayvan bir hayvana içgüdüsel olarak yardım etmekte, bir insan ise insana ahlaklı olduğu için yardım etmekte; bir beklentisi ya da çıkarı olmadan yapmakta bunu.
Kropotkin’in itirazı ise bu noktada haklı görülmektedir. Ona göre bugün bizim ahlak diye adlandırdığımız ve hayvanlardan bizi ayırdığını düşündüğümüz yardımlaşma meselesi ilkel şekliyle yaşama içgüdümüzün modern zamana aktarılmış kodudur.
Sonuç
Aslında rasyonel davranmak gerekirse ne Kant’ın doğal diyalektikle bağı yok sayılabilir ne de Kropotkin’in moderniteyle olan ilişkisi kesilebilir. Kant “Doğal yapımızın yüceliğini, aynı zamanda davranışımızın bu yapıya uygunluğu bakımından gösterdiği eksikliği fark ettirmekle, böylece de kendini beğenmişliği yerle bir etmekle, gözlerimizin önüne seren bu saygı uyandıran kişilik idesi, en sıradan insan için bile doğaldır ve kolayca fark edilir”. (Kant,1994;s.96) demiştir. Bu cümleye bakılırsa Kant yüce gördüğü insanın yüceliğinin doğadan kaynaklandığını ancak davranışlarımızın bu yüceliği yeterince belirginleştiremediğinden yakınmaktadır. Kant’ın genel düşünceleri dikkate alındığında Kant’a göre bu belirginleştirmeyi sağlayacak olan şeyin akıl olduğu kestirilebilir. Ancak ahlaklılığın belirleniminde duyguların tamamen dışlanıp sadece aklın referans alınıyor olması Kant’ı anarşist doğalcı etikle çatışır hale getirmektedir.
Çünkü anarşist doğalcılara göre duygular ilkel içgüdülerin izlerini taşır ve içgüdüler ahlakın belirlenimciliğinde rol oynamalıdır. Kropotkin ya da genel olarak doğalcı anarşizme baktığımızda ise modernitenin bilimsel devrimiyle sıkı sıkıya bağlı olduklarını görürüz. Modernitenin bilimsel devrimini başlattığı kabul edilen Newton da örneğin evrensel yerçekimini keşfederek iki dünya arasındaki kopuşu belirledi. Burada üzerinde durulan mesele artık orta çağ öğretileri olan “doğayı düzenleyen tanrısal güçtür” bakış açısından, doğanın kendi yasalarının olduğu, düzenin ise doğanın kendi yasaları tarafından ve herhangi bir metafizik müdahale olmadan sağlandığı fikri kabul gördü. Ancak modernitenin doğa ve sosyoloji arasındaki ilişkiyi uzun süre ihmal ettiği söylenebilir. Bunu da modernitenin mimarisi olan Batı Avrupa’nın geç dönemlere kadar ahlak ilkeleriyle Hıristiyanlık arasındaki sıkı bağı korumaya çalıştığı durumu göz önünde bulundurarak algılamak mümkündür. Yazının sonuna yaklaşırken burada belki de Marks’ın düşünsel hayata giriş yıllarından en son yazılarına kadar geçen sürede, onun düşünsel evrimi bize Kant’tan Kropotkin’e bir çizgi izlemekte.
Marx, yazı hayatına ilk başladığı yıllarda liberal demokrasinin bir savunucusudur. Ve hiç şüphesiz aydınlanmacı bir filozoftur. İlk dönemlerinde Kant’ı ilgiyle izlemiş ve onun ahlakı dinin egemenliği altından kurtarma girişimlerinden övgüyle bahsetmiştir. Marx kendi ahlak anlayışındaki Kantçı tercihleri açıkça ortaya koyduğu bir yazıda, dini ahlaktan ayıramayanlara karşı saldırıya geçer. Buna göre: Özellikle de Hıristiyan kanun koyucu ahlakı kendi başına kuşanmış bir bağımsız alan olarak kabul edemez, çünkü ahlakın içsel, evrensel özünü dinden türetir. Bağımsız ahlak, dinin temel ilkelerine aykırıdır ve dinin özel kavramları ahlaka ters düşer. Ahlak sadece kendi evrensel ve akılcı dinini ve din de sadece kendi özel pozitif ahlakını tanır. Yönergeyle birlikte sansür, Kant, Fichte, Spinoza gibi ahlakiliğin entelektüel kahramanlarını, din ışı oldukları, disiplin, ahlak ve dışsal sadakati tehdit ettikleri için reddetmek zorunda kalacaktır.
Bu ahlakçıların hepsi ahlak ile din arasındaki ilkeli bir zıtlıktan türedi, çünkü onların iddia ettikleri ahlakilik özerkliğe, din ise insan ruhunun dış erkliğine dayanır (Marx’dan aktaran: R.G Peffer,2001:47). Burada açıkça görüleceği üzere Marx’ın kullandığı özerklik ve dışerklik kavramları bu sıralarda Marx’ın Kantçı özerk bir amaç seçicisi olan birey nosyonuyla, derin biçimde ilgilendiğini gösterir. Ayrıca Kant’daki kendi mutluluğunu güvence altına alma meselesi Marx’da insanın tinsel ve inorganik doğası gereği zevk alması ve bu zevki sürekli hale getirmesi şeklinde yansır bize. Bu zevk ve süreklilik ise ancak insanın zenginliğinin nesnel biçimde yayılmasıyla olur diye savunur Marx. Marks’a göre özgür bilinçli hareket insanın tür karakteridir. Marx’ın kullandığı bu iki terim bize Marx’ın Kropotkin ve Kant’ın tam ortasında durduğunun en açık ifadesidir. Kant apriori olarak akıldan bahsederken insana dair ve hatta insandan önce olan bir bilinçten bahsederken Kropotkin insanın özgür doğasının etiğinden bahsetmişti.
Bunlar bekleneceği üzere Marx’ın ilk dönemleridir. Daha donraları Marx’ın özgün Marksizm diye adlandırabileceğimiz döneminde etik üretim biçimleriyle ilişkilendirilir. Yaşanan çağdaki üretim örgütlenmesiyle ilintili olan etik anlayışın aslında etik olmadığı bu anlamda da bir etikten söz edilemeyeceğini irdeler Marx. Üretim tarzı dolayımıyla örgütlenen etik anlayış insani kapasiteleri tıkar, gelişimi engeller. Bu da bireyin yabancılaşmasına neden olur. Yabancılaşma, Marx’da aynı zamanda bir özgürlük yitimidir. Daha sonra pratik bir serzenişle Marx aslında etik diye bir şey olmadığı, eğer illaki bir etik aranıyorsa bu etiğin devrim ahlakı, yani devrimin yerleşmesi için girişilen çaba olması gerektiği konusunda uyarmıştı. Marx’a göre gerçek özgürlük gerçek toplum içinde var olmaktır. Gerçek toplum ise komünist toplumdur. Komünizm ise mümkün değil kaçınılmazdır.
Dipnotlar
(1) Burada bahsedilen toplumun modern çağda ki karmaşık yapıya sahip toplumla nitelik ve niceliksel olarak çok derin bir farkı bulunmaktadır. İlişkilerde günümüz ilişkilerine göre daha sade ve tamamen içgüdüseldir. Modern etiğin alanlarından biride günümüz insanının davranışında ki içgüdüselliğin ilkel insanda neye tekabül ettiği dolayımı ile etik ilkelerin hangilerinin doğal ihtiyaçtan süre geldiğini anlamaya çalışmaktır.
(2) Gerçeklikler dünyası Kropotkin’e göre insanın doğanın ve doğal sürecin bir uzantısı olarak algılanmasıyla fark edilebilir. Yani insan doğaya hükmeden ya da doğayı tahakküm altına almak zorunda olan bir canlı değil doğayı korumak ve doğayı doğal bırakmak koşulu ile gerçek varoluşunun ne anlam ifade ettiğinin farkında olacaktır.
(3) İlkel çağlarda ki hayvan sürülerini taklit ederek sosyalleşmeyi öğrenme yönündeki düşünce ve benzerleri Kropotkin’e ait orijinal düşünceler değildir. Bu yöndeki evrimci düşüncelerin kaynağı Darwin’dir. Kropotkin bu yönlü düşüncelerde sosyal ve biyolojik Darwinizm’den bolca yararlanmıştır.
*Bu yazı daha önce Düşünbil Dergisi’nin Eylül – Ekim 2015 tarihli 49. sayısında yayımlanmıştır.
0 Comments