Hakan Bıçakcı ile samimi bir röportaj gerçekleştirdik… Söz Hakan Bıçakcı’nın:
Beni yazarlığa itenin, farklı disiplinlerin bir tür karışımı olduğunu düşünüyorum. Yani sadece okuduğum kitaplardan etkilenip yazmaya başlamadım. Dinleyip çok etkilendiğim şarkıların, izleyip sarsıldığım filmlerin, düşüncelerimi şekillendiren kitapların ve etrafımda yaşananların garip bir karışımı…
Çoğu yazar gibi ben de kısa öykülerle başladım. Üniversite çağında yazmaya başladım. Lise ve üniversitenin başı yoğun bir okuma dönemiydi benim için. “Bir gün ben de yazarım,” düşüncesiyle değil, “Okunacak neler var” heyecanıyla geçen günler… Sonra hiç hesapta yokken kısa öyküler karalarken buldum kendimi. Bunları da kitaplaşsın, basılsın, edebiyatımızda yeri olsun diye yazmadım. Karışık bir kafanın denemeleriydi daha çok. Sonra kısa öyküleri birleştirip bir romana dönüştürdüm, çünkü çok benzer öykülerdi. İlk roman dosyamla başvurduğum ilk yayınevi basmayı kabul edince de yazar olarak buldum kendimi. Yani epey plansız programsız, karambol denebilecek bir süreç…
“İlk romanımı basmayı bir şartla kabul ettiler”
Kitabımı basmayı bir şartla kabul etmişlerdi: Yazmaya devam etmem. “Bir yazarı ortaya çıkarıp tek kitapla bırakmak istemeyiz. Devamı da gelmeli. Sen yazmaya devam edecek misin?” demişlerdi. Ben de edeceğimi söyledim ama bu o zaman için boş bir sözdü. Çünkü ilk romanlar için şöyle bir tehlike vardır: Yazar ne var ne yoksa oraya döker. Kâğıt önünden alınacakmış, bir daha hiçbir şey yazamayacak gibi. Benim de kafamda ne varsa bu ilk kitaptaydı. Yine de devam edeceğimi söyledim. Arkasında durup duramayacağımı bilmiyordum bu sözü verirken.
“Tüm kitapların yazım süreci aynıdır”
Zamanla, yazdıkça, kalem oynatmaya devam edip emek harcadıkça bir şeyler netleşiyor kafada. Benim açımdan da öyle oldu. Bana heyecan veren şeylerin benim yazabileceğim şeylere dönüşme kararını daha hızlı veriyorum artık. Örneğin aklıma ilginç bir olay örgüsü geliyor. “Bu tam romanlık, bu enteresan bir konu ama çizgi roman olsa daha enteresan olurdu boş ver ya da David Lynch bunun filmini çeker de ben kitabını yazamam,” gibi kararlar. İlk zamanlarda aklıma gelen fikrin heyecanıyla hemen girişiyordum ve bolca patinaj çekiyordum şimdi biraz daha kararlı gidiyorum diyebilirim.
“Hiçbir yazar bir türe ait olayım diye yazmaz.”
Kafasındakini en etkileyici biçimde nasıl anlatıyorsa öyle yazar ve o sonradan mutlaka bir türe dâhil olur. Türler biraz piyasa ve kitabevi rafları için aslında. Benim kitaplarım fantastik korku olarak geçiyordu ilk başta ve o dönem gayet de havalı geliyordu. Üzerinden zaman geçtikçe, bu işlere kafa yordukça yazdıklarımın sadece fantastik unsurlar içerdiğini ve tam anlamıyla korku olmadığına karar verdim. Korku tehlikeli bir tür. Muhafazakâr açılımları var. Düşman göstermek, bundan korkulur deyip biz yaratmak gibi durumlar…
Korkunun tarihine baktığımızda, özellikle Hollywood’a, muhafazakâr ve faşist anlatılara sıkça rastlıyoruz. Düşman üretmek faşist söylemlerin temelinde var zaten. Ve bu yönüyle korkunun çokça siyasete alet edilen bir tür olduğunu düşünüyorum. Korku sinemasının tarihinde bolca kadın düşmanlığı var, ırkçılık var, her türlü sömürü var, “bizden olmayan ölsün”cülük var.
Gönül rahatlığıyla korku türünü sahiplenemiyorum yani. Biraz daha kaygıya kayan, belirsizlikten kaynaklanan, “Düşman dışarıda değil içimizde” diyen bir yaklaşım benim peşinde olduğum. Korkulacak şey odur, budur diye tespit edemiyoruz. Tam olarak tespit edilemeyen bir korku nesnesi ve bununla boğuşan karakterler var genellikle. Delilik ihtimalleri var.
Yazdıklarıma bakıyorum, “ülkende güvendesin” demiyorlar. “Mahallene geldiğinde güvendesin” demiyorlar. “Evine vardığında, odana girdiğinde güvendesin” de demiyorlar. Kendinle baş başa kaldığında bile güvende değilsin.
Dönem olaraksa modernizme yakın hissediyorum kendimi. Postmodernizmi fazla oyuncaklı buluyorum. Okur olarak sevsem de yazar olarak Kafka‘nın modernist çizgisine daha yakın hissediyorum kendimi.
Güvenilmez anlatıcı ile kararsız okurun kimyası
Bunlara kişisel distopyalar diyebiliriz. Bir felaket var ama felaket karakterin beyninin içinde ve ondan kaçmanın yolları belli değil ve bu belirsizlikten besleniyor anlatı.
Yazdıklarımda genelde güvenilmez bir anlatıcı var ve onun karşısında kararsız bir okur var. Ve güvenilmez anlatıcı ile kararsız okurun kimyasının gerginliği var. Bu da meraklısına, özel bir okura hitap ediyor. Tüm dünyada, okurların büyük çoğunluğu her şeyin net olmasını, kitabın sonunda tam olarak ne olduğunu bilmek istiyor. Ben bu okura yazdıklarımı tavsiye etmiyorum. Hiçbir zaman herkese önermiyorum zaten yazdıklarımı.
“Gezi sonrası büyük bir hayal kırıklığı”
Gezi sonrası büyük bir hayal kırıklığı. ‘Bir şeyleri değiştirebiliriz’den ‘Hiçbir şeyi değiştiremeyiz’e sert bir geçiş…
Siyasi olarak ne tarafta durursan dur kötü bir tablo bu. Çünkü yarın bir gün senin de farklı taleplerin olabilir. Siyasi liderlerle insanlar arasında garip bir ilişki var. Siyasiler insanları temsil etmeli. Bir insan seni temsil ediyordur, arkasındasındır ama bir nokta gelir, düşünceleri sana uymamaya başlar ve artık seni temsil etmiyordur. Doğal olanı bu. Ancak bizde garip özdeşlikler kuruluyor. Klişe ama doğru bir benzetme vardır hani, “takım tutar gibi” diye. Özdeşlik çok tehlikeli. Körleştiriyor. Seni temsil etmesi gereken kişi yanlış yaptığı zaman bile kendini korur gibi onu korumaya başlıyorsun çünkü. Tarafsız bakamıyorsun. Bir başkasının yaptığı olumlu ya da olumsuz şeyleri takdir eder ya da eleştirirsin ancak işin içinde özdeşlik olduğunda gereksiz bir böbürlenme ile koruma arasında gidip gelirsin. Bu tablo sadece bize özgü değil. Azınlığın korunmayıp çoğunluğun sözünün geçtiği coğrafyalarda hep olan şey.
“Bir müzisyenin Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanması sanki ‘bütün romanlara, öykülere, şiirlere baktık ve verecek bir şey bulamadık’ der gibi, bir tür protesto gibi.”
Söz yazarlığı bambaşka bir tür aslında. Sırf yazılış formatı benziyor diye şiir gibi yaklaşılması doğru değil. Meraklısı olduğum, çok değerli bir tür şarkı sözü. Ve bu sözler müzikle birleşince insan üzerinde bambaşka bir etkisi oluyor. Yine de Nobel gibi kurumsal bir ödülün sınırlarında değil sanki. Bu karar, ödül konuşulsun, Nobel gündeme gelsin diye yapılmış bir PR çalışması gibi adeta.
İşin bir diğer boyutu da, eğer söz yazarlığına edebiyat ödülü verilecekse Bob Dylan’dan önce verilmesi gereken ne isimler var. Mesala Morrissey. Veya Pulp grubunun vokalisti Jarvis Cocker’ın o müthiş ironik, derin ve tuhaf şarkı sözleri. Yanlış anlaşılmasın Bob Dylan tabii ki büyük müzisyen. Dünya müziğini değiştirmiş, bir vokal tarzını belirlemiş, tıpkı David Bowie gibi, Lou Reed bir ekoldür o ayrı.
“Sinema etkilendiğim alanlardan, türlerden ve ilham kaynaklarımdan biri”
İzlediğim, takip ettiğim çok fazla tür var ama beni yazmaya itenler dersek konu daralmaya, odaklanmaya başlıyor. Sevdiğim türler ve yönetmenler dersek işin içinden çıkamayız zaten. Çok fazla… Ama benim yazdığım türe yakın hissettiğim ve etkilendiğim bir isim olarak Polanski’yi anabilirim. Polanski’nin ilk döneminin epey etkisi var üzerimde. Aslında tersten, garip bir etki bu. İkinci romanım “Rüya Günlüğü” çıktığında Ömer Türkeş bir yazısında “Polanski’nin ilk dönemini, hatta Kiracı (The Tenant, 1976)’yı andırdığını,” söylemişti. O zaman Kiracı’yı izlememiştim. Korkuyla karışık bir merakla hemen izledim ve gerçekten çok doğru bir tespit olduğunu gördüm. Bir şekilde yakın duruyormuşum ki Ömer Türkeş gibi biri bunu tespit etti ve ben izledikçe etkilenmeye devam ettim.
David Lynch’in aşırılıklarla dolu, neden sonuç ilişkilerini sakat bıraktığı, bıçak sırtında ilerleyen ve her an her şeyin olabileceği tuhaf anlatı dünyası ve bütün bu gerilimi yaratırken dünya dışı varlıklara ihtiyaç duymaması; hayaletlerle, zombilerle değil de tamamen hayatımızdaki insanların bir korku nesnesi olabileceği gerçeği beni çok etkiliyor. O yüzden Polanski ile Lynch arasında bir yerde sanki yaratmaya çalıştığım atmosfer.
Hakan Bıçakcı kitaplarının sinemaya uyarlanmasını ister mi?
Kitaplarımın uyarlanmasına karşı değilim, ancak şu an için böyle bir çalışma yok.
Bir şeyi yazabilmek ile çekebilmek bambaşka şeyler. İyi yönetmenlik gerçekten çok ama çok zor iş. Kafanızda muhteşem sahneler, hikâyeler kurabilirsiniz fakat onlar sahnelere dönüştüğünde iş çok başka yerlere gidebiliyor. Çok fazla parametre var sinemada. Yazdıklarımı da bunlarla başa çıkabilecek bir yönetmen ele alsın isterdim.
Aslına sadık kalınmalı gibi bir tavrım olmaz, çünkü film dili bambaşka bir şey. Romanı okuyup sindirip kenara bırakıp her şeyi sıfırdan yazmalı bence, çünkü romanda var olan anlatıcı sinemada yerini görüntülere bırakıyor. Bu her şeyi değiştiriyor. Sinemada karakterin kafasının içinde değiliz artık, dışındayız.
Western filmleri hakkında ne düşünüyor?
Western özel ilgi alanımda olan türler arasında değil aslında. Bir tür olarak western ile bir şeylerin karışımı olan durumları daha çok seviyorum. Tarantino’un son filmi Hateful Eight gibi.
Klasik Western’den çok, kovboy arketipini alıp başka bir atmosfere taşıyan filmleri seviyorum. Yani daha postmodern, absürt yaklaşımlar diyebiliriz. Amerikalı, eli silahlı, kahraman, beyaz erkek arketipini itici buluyorum. Çok özel örnekler dışında intikam temasını da öyle. Adaleti kendi sağlayan kahraman da biraz önce konuştuğumuz muhafazakâr anlatılara dâhil edilebilir.
Benim tercihim anti kahramanlar ve onların madara olduğu durumlar daha çok. Diğer türlü belli ki kahramanımız sonunda mutlu olacak. Bu beni mutlu etmiyor.
Hakan Bıçakcı yönetmen olsaydı hangi romanı sinemaya uyarlamak isterdi?
Ballard’ın Beton Ada romanı… Genç bir mimar Londra’nın merkezindeki ofisinden evine giderken trafik kazası geçiriyor. Aracı yoldan çıkıyor ve otobandaki yolların arasında kalan ölü bölgeye, beton adaya düşüyor. Oradan çıkamıyor ve bir ıssız ada hayatı, Robinson hayatı yaşamaya başlıyor medeniyetin göbeğinde. Romanlarımda denediğim gibi az mekân, az karakter var. Hatta burada tek mekân, tek karakter.
Türk Sineması’nda ‘Koza’dan beri heyecanla takip ettiğim ve gerçekten çok beğendiğim bir yönetmen olarak Nuri Bilge Ceylan diyebilirim.
Çok daha büyük, sinema açısından daha yetkin olduğu filmleri olmasına rağmen favorim Uzak (2002). O iki adamın bir eve kapanması ve bu ilişki üzerinden anlatılanlar müthiş. Her hatırladığımda uzaklara dalıp gittiğim bir film Uzak.
*Bu röportaj daha önce Sine K Dergi’nin Ocak / Şubat 2017 tarihli 2. sayısında yayımlanmıştır.
Röportaj: İMRAN SAMANCI
1 Comments